Çorum Katliamı 4 Temmuz 198006 Jul 2021
ekilir ekin geliriz
ezilir un geliriz
bir gider bin geliriz
beni vurmak kurtuluş mu
Hasan Hüseyin
2 Eylül 1980 darbesinin yaklaşık dört ay öncesi... Çapa Tıp Fakültesi birinci sınıf öğrencisi Süleyman Atlas, Cevizlibağ Atatürk Öğrenci Yurdu’nun merdivenlerini ağır ağır çıkarken gözü saatlerdir elinde tuttuğu gazetenin manşetine bir kez daha takıldı.
“Sağ terör bu kez de Çorum’u hedef aldı”(1)
Başlığın altındaki habere göre MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın 27 Mayıs’ta Ankara’da öldürülmesinin ardından Çorum’da olaylar çıkmış, sağcı militanlar “Kana kan intikam”, “Ya kan kusturacağız ya da tam susturacağız” sloganlarıyla solcu ve Alevilere ait olan işyerlerini tahrip etmişler, bir kişiyi öldürmüşler, onlarca kişiyi yaralamışlardı. Militanların arasında çevre illerden gelenler de vardı. Saldırganlar, solcu ve Alevilerin yoğun olarak yaşadığı, Süleyman’ın ailesinin de oturduğu Milönü Mahallesi’ne doğru yürüyüşe geçmiş, ancak mahalle sakinleri barikatlar kurarak saldırıyı engellemişlerdi. Zaten bir iki hafta önce babası Sadık Atlas, nisan ayında Alaca’da bazı bombalama, yaralama ve öldürme olayları yaşandığını ve Alevilere ait dükkânların tahrip edildiğini söylemişti telefonda. 19 Mayıs bayramından önce de “İslamcı Gençlik” imzalı bir bildiri yayımlanmış ve “Namuslu bacılarımız müstehcen kıyafetlerle teşhir edilmek istenmektedir” denilerek halk cihada çağırılmıştı. Çok değil, bir buçuk yıl önce, yüreklerde onulmaz yaralar açan Maraş Katliamı’nın bir benzeri sanki tekrarlanmak isteniyor gibiydi. Süleyman, Çorum’daki ailesini, arkadaşlarını düşündü. Bir ağırlık hissetti yüreğinin tam üzerinde. Yüzlerce kilometre uzaktaydı ve elinden bir şey gelmiyordu. Bir hafta sonra biyoloji sınavı vardı. Ona da girip bir an önce memleketine, Çorum’a gidecekti. Babası birkaç kez yurdu aramış ve gelmemesini söylemişti ama o yerinde duramıyordu.
YAVUZCA ANLATIRIZ
O cuma gecesini hep bunları düşünerek, iki üç saatlik uykuyla geçirdi. Ertesi gün Cumhuriyet’in “Faşist terörün tırmanışı sürüyor” başlıklı haberinde Çorum’a geniş yer veriliyor ve polislerin kayıtsız tutumu ve olaylara seyirci kalmasından cesaret alan faşist grupların tekrar saldırıya geçme olasılığından bahsediliyordu.(2) Kahvaltıda yurttaki arkadaşlarıyla kararını paylaştı. Bir kısmı, olaylar sakinleştikten sonra gitmesinin daha doğru olacağını söylediğinde, “Benim halkım Çorum’da böyle bir mücadele verirken ben burada kalamam. Bu faşizme karşı bir direniştir ve benim de orada olmam gerekir” demişti.
Onun bu kararı arkadaşları için hiç şaşırtıcı olmamıştı. Süleyman, yoksulların, ezilenlerin, işçilerin yanında; sermayenin ve halka hükmetmeye çalışanların karşısındaydı. Henüz yirmisinde gencecik bir fidandı ve Deniz gibi, Ulaş gibi, Mahir gibi kendini halkın eşitlik, özgürlük ve emek mücadelesine adamıştı. Ailesinin maddi durumu iyi olmasına karşın yaz aylarında tuğla fabrikasında çalışmış, doktor olma arzusuyla Harbiye’den ayrılıp üniversite sınavına hazırlandığı yıl bir yandan da İskilip’in Dut köyünde vekil öğretmenlik yapmıştı.
Sınavları bittikten sonra Çorum’a giden Süleyman, insanlık tarihine ilk yazılı barış antlaşmasıyla adını yazdırmış olan şehrini tanıyamadı. Silah sesleri, Alevilere ait ev ve işyerlerinden yükselen dumanlar, yakılan ağıtlar ve kederleri yüzlerinden okunan insanlar... Binlerce yıldır çeşitli kültür ve medeniyete ev sahipliği yapmış olan bu kadim kentin sokaklarında şimdi “Alevilere ve komünistlere ölüm” sesleri duyuluyor, duvarlarına “Çorum ovası bozkurtların yuvası”, “Dinsizlere Çorum’da yer yok”, “Yunusça anlamayana, Yavuzca anlatırız” gibi sloganlar yazılıyordu. Barış yerini çatışmaya, hoşgörü ise düşmanlığa bırakmıştı.
‘BABAMA HABER VERİN’
Milönü Mahallesi’nde ise saldırganları içeri sokmamak için olağanüstü bir gayret vardı. Mayıs ayının sonundaki ilk saldırının Maraş’taki gibi büyük bir katliama yol açmadan püskürtülmesi, halkın moralini yükseltmişti. Herkeste kısa sürede direniş ruhu egemen olmuştu. Çeşitli komiteler kurulmuş, herkes bir komitede mutlaka görev üstlenmişti. Süleyman, günlerce barikattan barikata koştu. Halkın güvenliği için arkadaşlarıyla birlikte hava aydınlanıncaya kadar Milönü’nün sokaklarında dolaşıyordu. Barikatların arkasında sabahladığı günlerin birinde son bir yılı Vezneciler’de, Beyazıt’ta, Cevizlibağ’da bir arada geçirdikleri yoldaşlarına bir mektup yazdı. Bu mektupta, yollar maskeli ve silahlı faşistlerce tutulduğu için engelleri güçlükle aşarak bir akşam vakti Çorum’a girebildiğini, babasından nöbeti devraldığını ve mahallelinin saldırılara karşı koymak için sopa, kürek ve çakaralmazlarla barikatlar arkasında beklediğini yazıyordu. Egemen sınıflara ve ırkçılığa karşı sürdürülen direnişin zafere dönüşeceğine inancı tamdı Süleyman’ın. Çorum asla Maraş gibi olmayacaktı.
Haziran ayı boyunca kentte toplu çatışma olmadı ama yer yer bireysel öldürmeler, yaralamalar, işkenceler, yangınlar devam ediyordu. Halk, devrimcilerin önderliğinde direnmekteydi.
Temmuz ayı başında ise kentte büyük bir hareketlilik göze çarpıyordu. Sanki birileri yeniden düğmeye basmış gibiydi. Belediye hoparlörlerinden “Alevilere ölüm, komünistlere ölüm” anonsları yapılıyor, sağcı militanlar bildiri dağıtıp halkı cihada çağırıyorlardı.
1 Temmuz Salı günü, Süleyman ve kardeşi Ufuk, Eti Ortaokulu’nun hemen arkasında bir yüzbaşı ve komuta ettiği bir komando birliğinin barikatları aşmaya çalıştığını gördüler. Süleyman hemen orada bulunan bir at arabasının üzerine çıktı ve halka, Milönü’nün savunulması gerektiği yönünde etkili bir konuşma yaptı. Süleyman’ın konuşması devam ettikçe halk kalabalıklaştı. “Askerler mahallemize girmemeli, buna karşı çıkmalıyız, bizi ancak biz koruyabiliriz” dedi ve kalabalığın daha da artmasıyla askerler uzaklaştı. At arabasının üzerinde konuşan sanki Süleyman değil de Gorki’nin devrimci kahramanı Pavel’di.(3)
4 Temmuz günü, sıcak havaya rağmen kent alışılmadık bir biçimde kalabalık ve hareketliydi. Valilik hangi gerekçeyle olduğu bilinmeyen bir kararla sokağa çıkma yasağını kaldırmıştı o gün. Yaklaşık kırk gündür direnen Alevi ve solcular, o günün Çorum olaylarının en kanlı günü olacağını biliyormuşçasına tedirgindiler. Günlerden cuma idi ve tıpkı Maraş Katliamının başında olduğu gibi sokaklarda yabancı insanlar dolaşmaktaydı. Güvenlik güçleri sanki katliamın önünü açmak için saldıranları değil de savunma halinde olanları gözaltına almaktaydı. Kentin gergin olduğu bu saatlerde barut fıçısının fitili yine asılsız bir haberle yakıldı. Çorum’un tüm camilerinde cuma namazını kılmakta olan halka komünistlerin Alaaddin Camii’ni bombaladığı söylendi. TRT de “Olaylar Alaaddin Camii’ne bomba atılması ve dışardan ateş açılmasıyla başladı” haberini sık aralıklarla vererek bu kışkırtmaya destek sağladı. Büyük bir saldırının eşiğinde olduğunu anlayan Milönü halkı, saldırganları mahalleye sokmamak için caminin bulunduğu meydana aktı adeta. Onların içinde Süleyman da vardı. Saat 13.00 sularıydı. Uzaklardan “tekbir” sesleri ile karışık bir uğultu geliyordu ama cadde boyunca baktığında sadece komandoları ve panzerleri görüyordu. Tam bu sırada kardeşi Ufuk ile karşılaştı ve ona hemen eve gitmesi gerektiğini söyledi. Bombalandığı ve yakıldığı söylenen caminin şerefesine yerleştirilmiş kum torbalarının ardından makineli tüfeklerle halka ateş ediliyor, panzerler rastgele kurşun yağdırıyordu. Faşizm her yerden namlusunu gösteriyor ama halk direniyor, geçit vermiyordu. Süleyman, aklında az önce eve gönderdiği kardeşi Ufuk, Cengiz Topel Caddesi’nden aşağı doğru koşarken bir anda sol omzunda yanma hissetti. Vurulduğunu anlayarak kendisini hemen sağındaki üç katlı bir binanın bahçesine attı. Nefes nefeseydi. Balkondan atılan bir bez ile yarasını sarmaya çalışırken “Babama haber verin, ben Sadık Atlas’ın oğluyum” dedi çevredekilere. Birkaç kişi onu bahçesine sığındığı eve almaya çalıştılar ama o kısa sürede bu mümkün olmadı ve panzerden inen iki polis onu kollarından tutarak panzere doğru sürükledi. Süleyman, tıp fakültesi öğrencisi olduğunu, ölümcül bir yaralanmasının olmadığını, kendisini almamalarını söylese de zorla panzerin içine koydular onu. Tam binerken “Devrimciler ölmez” dediği duyuldu. Bir kadın panzerin arkasından “Ne olur onu Sigorta Hastanesi’ne götürmeyin” diye bağırdı ama panzerin yönü alt katı işkencehaneye dönüştürülmüş olan Sigorta Hastanesi idi
ACIMASIZCA ÖLDÜRÜLDÜ...
O gün Süleyman’dan bir haber alamayan ailesine ertesi gün onun işkence edilmiş cansız bedeni teslim edildi. Ağabeyi Zihni Atlas ağlayarak kucakladı Süleyman’ı. Göğsünde ve yüzünde sigara yanıkları ve demir beş lira izleri vardı. Vücudunda sivri bir mille delinmiş gibi dört tane delik gördü. Sol eli bilekten kesilmiş, sadece deri tutuyordu. “Doktor olmayı çok istemişti. Hastanede işkence görerek öldürüldü. Bunu kabul etmek çok güç” dediği duyuldu Zihni Atlas’ın.
Atlas ailesi için zulüm bitmemişti. Bu kez nereye defnedileceği sorunu baş gösterdi. Her yer faşist işgal altındaydı. Ne köyleri Sevindikalan’a ne de Çorum’un tek mezarlığı olan Ulumezarlık’a defnetmek mümkündü. Çaresizlik içinde evlerinin bahçesine mezar kazmayı düşünmeye başladıkları sırada Palabıyık köyüne götürülebileceği söylendi ve kendisiyle aynı gün katledilen Raif Erden ile birlikte güç koşullarda oraya götürülerek defnedildi.
“Baba ben ilerde iyi bir doktor olup gariban halka yardımcı olacağım” diyen Süleyman Atlas, Çorum’da vahşice öldürülen ve geleceği elinden alınan onlarca masum insandan biriydi. Her birinin anısı önünde saygıyla eğiliyor, devletin himayesinde ve Emniyet güçlerinin desteği ile bu kitlesel soykırıma kalkışan zorbalara karşı kırk gün boyunca benzeri görülmemiş bir direniş gösteren Çorum’un Alevilerine, sosyalistlerine ve devrimcilerine dayanışma ve minnet duygularımızı sunuyoruz.
cumhuriyet Gazetesi 6 temmuz 2021
|